distopya

Distopya Ziyareti: Kurtuluş Mümkün Mü?

Distopya Romanlarında Kurtuluşun Mümkünatı Üzerine

by Said Dağlı

Anglo-Amerikan coğrafyada, Huxley, Orwell, Bradbury ve Le Guin tarafından üretilmiş distopya romanlarını belirli temalar çerçevesinde ele alan bir ziyaret yazısı yazdım. Distopyalarda kurtuluş mümkün müdür?


Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya Romanı Üzerine

Yirminci asrın ilk yarısında etkili olan İngiliz romancı ve felsefeci Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sı distopya türünün en meşhur romanlarından biri kabul edilir. Romanda insanların, önceden belirlenmiş toplumsal rollerini, henüz embriyo iken kazanmaya başladıkları ve bütün bir ömürlerini şartlandırma altında, bir nevi robot gibi, kendi özgün duyuşlarından uzakta yaşamaları anlatılır. Ancak Cesur Yeni Dünya’nın ortaya koyduğu evren hayalinin aslında bir distopya mı yoksa bir ütopya mı olduğu tartışma konusudur. Zira bu romanda toplumun en üst tabakasından en alt tabakasına kadar tüm bireyler gerçek ya da gerçeğe yakın bir huzur, yeterlilik ve mutluluğa sahiptirler. Birçok distopya romanının aksine, Cesur Yeni Dünya’da refah seviyesi yüksek bir toplum düzeni anlatılır.

Distopya yazarı Aldous Huxley
Aldous Huxley

Cesur Yeni Dünya’da Sosyoekonomik Sınıflar

Huxley’in bu romanında bireylerin şartlandırılmaları onlar henüz birer embriyo iken başlar. Embriyonun gelişme süreci anne rahminde değil, laboratuvar tüpleri içerisinde gerçekleştirilir. Alfa bireyler ile Epsilon bireylerin (toplumsal tabakalanmanın farklı uçları) embriyoları aynı şartlarda gelişmez. Embriyonun gelişmesi tamamlanıp da bir bebek dünyaya geldiğinde ise uykuda öğretme metoduyla şartlandırma devam eder. Yan etkisiz bir uyuşturucu madde olan Soma’nın ne kadar önemli ve bir damla Soma’nın bin belayı def edebileceği tekraren söylenir. Bebekler büyüyüp de birer birey olduklarında, bu sanki kendi fikirleriymiş gibi inanır ve tekrar etmeye başlarlar.

Toplumun Tarihsizliği

Cesur Yeni Dünya’da altı çizilen önemli noktalardan biri de toplumun tarihsizliğidir. İnsanlar zaten bir aileye ve ailesel geçmişe sahip olmadan doğup yetiştiriliyorlar. Bir anneye ya da babaya sahip olmanın düşüncesi bile müstehcen görülüyor, şakası dahi kabul edilmiyor. İnsanların kişisel olarak geçmiş diye ifade edebilecekleri özel ve öznel yaşanmışlıkları söz konusu değil. Cinsellik bile insanlar arasında bir mahremiyet ifade etmiyor. Bu yüzden bireylerin kendi geçmişlerini hatırlamalarında sorun görülmüyor. Ancak insanlığın ortak hafızasını temsil eden tarihin, merkezi otoritenin denetçileri ve birkaç Alfa insan dışında öğrenilmesi, araştırılması ve aktarılması yasak. Üst sınıfı temsil eden Alfaların da bu tarihin ancak kontrol edilen bir kısmına erişmeleri mümkün olabiliyor. Örneğin denetçi Mustafa Mond Shakespeare okuyabilirken, üst sınıf insanları ve aydınları temsil eden Bernard Marks’ın ve Helmholtz’un Shakespeare okuması yasaklanıyor. Kendi hayatları ve fikirleri itibariyle özgün bir görüş ve duyuş sahibi olmak isteyenler de Bernard ve Helmholtz gibi medeniyetten uzak adalara sürgüne gönderilip toplumdan soyutlanıyorlar.

Cesur Yeni Dünya
Cesur Yeni Dünya

Huxley’in Distopya Romanında Kurtuluş Mümkün Mü?

Roman ilk defa 1932 yılında Londra’da yayınlandı. Bu tarihler, Ivan Pavlov’un klasik koşullanma üzerine yaptığı çalışmalardan sonra; insan zihninin kolayca aldatılabiliyor ve koşullandırılabiliyor olduğunun anlaşıldığı ve tartışıldığı dönemlere tekabül eder. Huxley, bu tartışmaları alıp otoriterleşen rejimler tehlikesiyle birlikte işlemiş ve bu romanı yazmış. Aslen medeniyete ait ancak medeniyetin içinde yetişmemiş (ormanda kurtlar tarafından yetiştirilen bir çocuk gibi) bir yabani olan John kendini medeniyetin şartlandırmalarından korumak ve bu büyülü dünyaya kaptırmamak için kendince yöntemler geliştirir. Örneğin kendisini arındırmak için hardalla ılık su içer. Bu eski bir Kızılderili adetidir. John böylelikle kendisini uygarlığın zehrinden arınmış kabul eder. İnzivaya çekilir ve el yapımı bir kırbaçla, uygarlığın içindeki insanların ancak meraklı ve anlamaz bakışları altında kendini kırbaçlar.

Yani Cesur Yeni Dünya’nın anlattığı medeniyet, içindeki yutan ve direnme imkânı vermeyen bir medeniyettir. Buna karşı insanın kolektif bir başkaldırısı mümkün değildir. Ancak kendilerini bir şekilde medeniyetten ve şartlandırmalarından uzak tutanlar, saf ve temiz kalabilmektedirler.


Distopya yazarı George Orwell
George Orwell

George Orwell’in Bin Dokuz Yüz Seksen Dört Romanı Üzerine

Orwell, yirminci asrın ilk yarısında yaşamış; totalitarizm, sosyal adaletsizlik ve sosyalizm gibi konulara değinen romanlar yazmış bir İngiliz edebiyatçıdır. Meşhur bir distopya yazarı olarak Orwell de her geçen gün gücünü ve kuvvetini artıran, bireyler üzerindeki varlığını daha da hissettiren ve onlar üzerinde değiştirici ve dönüştürücü bir etkiye sahip otoriter rejimlerin eleştirisini ortaya koymuştur. Özellikle Bin Dokuz Yüz Seksen Dört romanı, bireyin yalıtılmasına ve toplumun dönüştürülmesine karşı herhangi bir çözüm önerisinin sunulmadığı, bütün umutların dahi aslında merkezi otorite tarafından kontrol edildiği bir kurguya sahip olduğundan, diğer birçok distopyadan ayrılır; en karanlık, en karamsar ve kötümser distopyalardan biri olarak edebiyat tarihine geçmiştir.

Birer Spekülatif Kurgu Olarak Distopya Romanları

George Orwell’in bu eseri (kendi yazdığı Hayvan Çiftliği romanı ve Yevgeni Zamyatin’in Biz romanıyla birlikte) distopya edebiyatının ilk büyük eserlerinden biri olarak kabul edilir. O dönemde, daha çok batı dünyası içerisinde üretilmiş olan distopya romanları, zamanından bağımsız birer bilim kurgu ya da fantezi eseri olarak değil, geleceğe dair bir vizyon ve derinlikli bir anlayış ortaya koymaya çalışan, varsayımsal otoriter rejimlerin sıkıntılarını konu edinen birer spekülatif kurgu olarak değerlendirilmelidir. Bin Dokuz Yüz Seksen Dört de sanki bir siyaset bilimi makalesiymiş gibi, her şeyi gözetleyen ve koruyucu bir imaj çizen otoriter lider tipolojisini kavramsallaştırmıştır: “Büyük Birader”. Üstelik, otoriterleşen bir rejimin bireyi yok sayan ve robotlaştıran bir kıyamet rejimine dönüşeceğinin de haberini vermiştir.

Orwell’in Distopya Romanında Kurtuluş Mümkün Mü?

Romanın ana karakteri Winston, işte bu değiştirme ve dönüştürmeye karşı aksiyon geliştiren insanlardan biridir. Onun geliştirdiği aksiyon, kendi öz hayatını hür iradesiyle idame ve irade ettirebilmesi ve temel insani değerlerini koruyabilmesi (ya da tekrar kazanabilmesi) ile alakalıdır. Onu ayırt eden en önemli ayrıntılardan biri yazmaya ve günlük tutmaya çalışmasıdır. Yazmak devrimci, isyankâr ve itaatsiz bir eylemdir. Winston’un yazmaya çalışması, günlük tutması da böyle görülür ve sonunda cezalandırılır.

Yani Orwell’in Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’te anlattığı distopik dünyada kurtuluş imkânsız görülmektedir. Toplumsal aydınlanma bir yana, kişinin bireysel başkaldırısı da zorla tahakküm altına alınmaktadır.

Distopya romanı 1984
1984

Devlet, Toplum, Konformizm

Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ü diğer distopya romanlarından ayıran durumlardan biri ise idarenin istikrarı ile toplumun istikrarı arasında bir paralellik çizilmemiş olmasıdır. Birçok distopik romanda merkezi otoritenin ortaya koyduğu zihniyetin salt bir kandırmacadan ibaret olmadığı, beğenilir ya da beğenilmez, anlatılan toplumun önemli bir kesimin makul bulduğu ve uyum sağladığı bir zihniyet olduğu söylenebilir. Yani, otoriter rejimin kendi çıkarı için ortaya koyduğu politikalar; bireyler ve bireyciler için kötüyken, konformist toplum için iyidir. Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’te ise insanların uyum sağlamasının sebebi, uyuşturulmuş ve hipnotize edilmiş olmalarıdır. Toplum, refahının arttığına ve daha iyi şartlar altında yaşadığına inandırılır ancak iktisadi ve politik çıkar yalnızca yöneten parti için geçerlidir. Aylık çikolata tayını düşürülür ancak insanlara aylık çikolata tayını artırıldı şeklinde haber verilir ve halk buna inanır.

George Orwell, tabiri caizse, distopyanın en temel ve belki de en teorik eserlerinden birkaçını yazmıştır. Bu yüzden ne Hayvan Çiftliği’nde ne de Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’te gerçek olaylara, hükümetlere, kişilere ve yerlere değinmemiştir. Kendisinden sonraki distopyalar biraz daha partikülarist olmuşlar, Amerika Birleşik Devletleri ya da Birleşik Krallık gibi devletlere doğrudan yer vermişler yahut bunları temsil eden kurgular ortaya koymuşlardır. Bu romanda ise yalnızca dünya politikasının kutuplu yapısı aktarılmıştır. Orwell’in romanları aynı zamanda içeriği ile de idealist olmuş; mutlak otoriter rejimlerin oluşturduğu mutlak umutsuz dünyayı konu edinmiştir. Bu bağlamda Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ün, içerisinden binlerce distopya türetilebilecek bir çeşit kök hücre gibi sade, genel ve kapsayıcı olduğu söylenebilir.


Distopya yazarı Ray Bradbury
Ray Bradbury

Ray Bradbury’nin Fahrenheit 451 Romanı Üzerine

Fahrenheit 451, Ray Bradbury’nin tekil bir romanı olmaktan ziyade, yıllarca üzerinde çalışılmış, tiyatro oyunlarının, hikâyeciklerin ve İtfaiyeci isimli bir novellanın sonucu olarak ortaya konulmuş bir distopyadır.[1] Görevi yangın söndürmek değil de yangın başlatmak olan itfaiyecilerin anlatıldığı bu roman, tüketim toplumunun konformizm ile evirildiği hâli gözler önüne serer ve eleştirir. Sembolü semender olan itfaiyeciler, tüm kitapları toplayıp yakmakla görevlidirler. Ancak yalnızca kitap yakmakla kalmazlar, kitapların bulunduğu evi bütünüyle yakarak “dezenfekte” ederler. Bu durumun, geriye yalnızca el kılavuzları kalana kadar devam etmesi öngörülürken, Montag isimli bir itfaiyecinin uyanışı ve sistemin çarklarına çomak sokması işleri bir noktaya kadar değiştirir. Ancak Montag’ın da sistemi alaşağı etme konusunda gücü yetersiz kalır.

Kitapları Yaşatmak

Fahrenheit 451’de özellikle vurgulanan şey, sistemin yenilebilmesi ya da yenilmezliğinden ziyade, toplumun eski aydınlarının (akademisyenler vs.) medeniyetin dışında örgütlenerek, insanlığın kültürel birikimini korumak adına hayata geçirdikleri stratejidir. Herkes adeta bir kitap olmuş, adeta onu yaşamak ve yaşatmaktadır. Bu, yalnızca ezberleme şeklinde değil de öğrenme ve anlama şeklinde gerçekleşir. İçlerinden biri Platon’un Devlet’i, bir diğeri ise Matta İncil’i; kimisi Marcus Aurelius’un kendisi olmuş, kimisi Mahatma Gandi’nin. Böylelikle, kitapla ya da kitapların aktarıldığı mikrofilmlerle yakalanmaktan kurtulmuşlardır. Üstelik bu insanlar, bildikleri ve hatta bizzat oldukları kişileri başkalarına aktarmaya ve böylelikle kitapları hayatta tutmaya çalışmaktadırlar. Yaklaşan savaşın bir yıkım getireceğini tahmin eden bu insanlar, sonrasında insanlığa faydalı olabileceklerini ümit etmektedirler.

Kültürün Sözlü Aktarımı

Basılı bir varlık olarak, fiziksel bir meta olarak kitapları değil de içlerini hayatta tutmaya çalışmaları, yazılı ve basılı olanın merkezi otorite denetimine tabii olması ve bundan kolay kolay kaçamamasıyla alakalıdır. Yalnızca Ray Bradbury değil birçok distopya yazarı ve siyaset bilimci de bunun altını çizmektedir. Kültürün sözlü aktarımı, kontrol edilemezliğinden ötürü ya bir tehdit unsuru olarak algılanır yahut da yanlış bir stratejiyle göz ardı edilir. Ancak sonunda hayatta kalan genelde, sözlü olarak aktarılan bu kültür ürünleri olur.

Fahrenheit 451
Fahrenheit 451

Liberal-Kapitalist Distopya

Kültürün aktarım biçimi bir yana, Fahrenheit 451’de dikkatimizi çeken bir diğer husus da totaliter rejimin, diğer distopya romanlarından farklı olarak, liberal-kapitalist bir toplumun içerisinden doğmuş olmasıdır. Kitapların yasaklanması ve yakılması, ilk adımda, devletin ya da yöneten sınıfın çıkarlarını korumak uğruna değil de bizatihi halkın içinden insanların rahatsız oldukları şeyleri ortadan kaldırma fikrinden türemiştir. Kitapları yakmakla yükümlü itfaiye şeflerinden Betty bu durumu şu sözlerle açıklar: “Zenciler, Küçük Siyah Sambo’yu sevmiyorlar, yak gitsin. Beyazlar Tom Amca’nın Kulübesi’yle ilgili iyi şeyler hissetmezler. Yak gitsin. Birisi çıkmış tütün ve akciğer kanseri hakkında bir kitap yazmış. Sigaracılar ağlıyor mu? Yak kitabı.”[2] Bundan da öncesinde, kitapların birer mikro kapsül hâline gelmesine değinilir: “Klasik yapıtlar kesilip on beş dakikalık radyo oyunlarını, tekrar kesilip iki dakikalık kitap sütununu dolduruyor, daha da kısalınca sözlük sayfasında on ya da on iki satırlık özet oluyorlardı.”[3] Yani, kitapların yakılmasına kadar varan bütün bu macerayı başlatan aslında politik doğruculukla karışmış bir tüketim kültürüydü.

Bradbury’nin Distopya Romanında Kurtuluş Mümkün Mü?

Tersten okursak: Amerikalı bir yazar tarafından, 1953 yılında, Birleşik Devletler’de yayınlanan Fahrenheit 451; Birleşik Devletler’in değer savunuculuğunu üstlendiği ve üstlenmeye devam edeceği liberal toplumun, nasıl da komünist rejimlere atfedilen otoriter çehreye bürünebileceğini göstermiş oluyor. Bunun en temelinde ise kimse rahatsız olmasın alt metnini taşıyan bir nevi politik doğruculuğun yattığını belirtiyor. Bir çeşit kıyamet-sonrası senaryosu olarak da kurtuluşun, yani kültürün Âdem ve Havva’sının, kitapları içselleştirerek öğrenen-ezberleyen insanlar olacağını, daha sade ifadesiyle kültürün sözlü aktarımı olacağını öngörüyor. Bu distopyadan çıkışın mümkün olup olmadığı çok açık bir şekilde bir ifade edilmemiş ama ben okuduğum kadarıyla bu romanı iyimser olanlar arasına yazmayı doğru buluyorum.


Ursula K. Le Guin
Ursula K. Le Guin

Ursula Le Guin’in Mülksüzler Romanı Üzerine

Ursula Le Guin, kendisini bilim kurgu yazarı kalıbına sıkıştırmayı kabul etmeyen Amerikalı bir romancıdır.[4] Edebiyatının merkezinde anarşist, Taoist ve feminist fikirlerin olduğunu söyleyebiliriz. Mülksüzler, Le Guin’in en meşhur bilim kurgu romanlarından biridir ve anarşist bir ütopyayı konu edinir. Romanın alt başlığından, “İkircikli bir Ütopya”, anlaşılacağı üzere yazar toz pembe bir ülke resmetmemiştir. Kurguladığı anarko-sendikacı dünya; eksiklikleri, aksaklıkları ve çatlakları olan bir düzene sahiptir. Bu aksak noktalar büyük krizlere sebebiyet verir. Ana olay örgüsü ise Shevek isimli karakterin, bu aksak noktaları, bir duvar imgesi üzerinden aşmaya çalışmasını anlatır. Ben ise bu romanın ütopya özelliklerinden çok distopya özelliklerine eğilmek istiyorum.

Alçak, Gösterişsiz ama Oldukça Önemli Bir Duvar

Mülksüzler, bir duvarın ardında kalan, gizemli ve düşman dünyaya merakla, hırsla, sinirle bakan; duvarı aşmayı aklının ucundan bile geçirmeyen, geçeni hainlikle suçlayan, hatta cinayet pahasına onu engellemeye çalışan insanlardan bahsederek başlar. Bu duvar, yalnızca bir duvar değil, iki dünyayı birbirinden ayıran hayali sınırların tecessüm etmiş halidir. Duvarın berisi anarşist bir ütopya(!) yani Anarres iken, ötesinde kapitalist ve komünist mücadelenin yaşandığı komşu gezegen Urras’la iletişimi sağlayan bir liman bulunmaktadır. Duvar fiziksel bir engelden çok psikolojik engelleri ifade eder. Çünkü bu duvar, aşılamayacak kadar yüksek ya da boşluksuz değildir. Duvarın kendine mahsus doğasını, Benfield; onun alçak, gösterişsiz ama oldukça önemli olmasıyla açıklar.[5]

Shevek’in Anarres’i terk ederken -yani duvarı aşarken- hiçbir yasayı çiğnemediğinin altını çizmek gerekir. Çünkü anarko-sendikacılıkla yönetilen Anarres’te çiğnenebilecek bir yasa dahi yoktur.[6] Her ne kadar bu duvar doğrudan fiziksel bir zorlamayı ifade etmiyorsa da romanın kurgusunda hem duvar çevresinde hem de genelde fiziksel bir zorlama ile karşılaşılmaktadır. Shevek, Urras gezegeniyle iletişime geçtiğinde insanlar onu ayıplamaya ve sadece kendisine değil bütün ailesine psikolojik baskı kurmaya başlamışlardır. Shevek bir uzay aracına binip Urras’a gitmek istediğinde ise bizzat duvarın oraya gelen insanlar onu taş yağmuruna tutarak öldürmeye ya da en azından gezegenden ayrılmasını engellemeye çalışır ancak başarılı olamazlar. Bütün bunlar bir arada düşünüldüğünde, Mülksüzler’deki duvarın aslında fiziksel değil ideolojik bir yalıtımı ve bu yalıtımın doğurduğu -Şerif Mardin’in ifadesiyle- mahalle baskısını sembolize ettiği düşünülebilir.

Anarşist Distopya ve Ütopya romanı Mülksüzler
Mülksüzler

“Siz Sahipler, Sahiplisiniz”

Duvar kavramı, romanda yalnızca Anarres Limanı’nı çevreleyen bir bariyer olarak gösterilmiyor. Aynı zamanda Shevek’in rüyaları ve çocukluğunda başına gelenler de duvar imgesini tamamlıyor.[7] Shevek ve arkadaşları, henüz çocukken, Stanford Hapishane Deneyi’nin bir benzerini kendi kendilerine yaratırlar. Arkadaşlarından birini ancak sığabileceği bir deliğe kilitlerler. Otuz saat boyunca orada kilitli kalan arkadaşlarına, öncelikle oyun olarak kötü davranırlar ama sonra oyun ile gerçek yer değiştirir. Bu deneyleri, içeri kapatılan arkadaşları için ne kadar yıpratıcı olmuşsa, dışarıdan durumu gözleyen Shevek için de o kadar yıpratıcı olmuştur.[8] Tüm bunlar üzerine, Shevek’in şu sözü, onun bilinçaltında duvarın ne denli önemli olduğunu vurgular: “Siz sahipler ise sahiplisiniz. Hepiniz hapistesiniz. Herkes yalnız, tek başına, sahip olduğu yığınla birlikte. Hapiste yaşıyor, hapiste ölüyorsunuz. Gözlerinizde görebildiğim yalnızca bu: duvar, duvar!”[9]

Öyleyse, Ursula’nın Mülksüzler romanında kullandığı duvar imgesinin ideolojik mahiyette olduğunu ve daha çok insanın kendisini hapsetmesi ile alakalı olduğu sonucuna varabiliriz.

Le Guin’in Distopya Romanında Kurtuluş Mümkün Mü?

Daha önce de söylediğim gibi, bu roman, öncesinde bahsettiğim diğer üç romanın aksine, ütopya etiketiyle yayımlanmıştır. Ancak, Ursula’nın ütopyası toplum düzeyinde değil, bireyin kişisel menkıbesi düzeyindedir. Yani gerçek anarşist ütopya, Anarres’te kurulmuş anarko-sendikacı toplum düzeni değil, yozlaşmış anarşist topluma karşı bireysel kurtuluş mücadelesi veren Shevek’in kendisindedir. Öyleyse, toplumsal distopyadan çıkış, Ursula’ya göre, anarşizmin her bireyde yeniden var edilen çabasıyla mümkündür.


[1] David Seed, Ray Bradbury, University of Illinois Press, 2015, s. 84-85.
[2] Ray Bradbury, Fahrenheit 451, İthaki Yayınları, İstanbul 2012, Çev: Zerrin Kayalıoğlu & Korkut Kayalıoğlu, s.96-97.
[3] Age, s. 90.
[4] David Streitfeld, “Ursula Le Guin Has Earned a Rare Honor. Just Don’t Call Her a Sci-Fi Writer”, the Newyork Times, 28 Ağustos 2016.
[5] Susan Storing Benfield, “The Interplanetary Dialectic: Freedom and Equality in Ursula Le Guin’s The Dispossessed”, Perspectives on Political Science, 35/3, s. 129.
[6] Agm, s. 129.
[7] Sandra J. Lindow, “Mapping the Walls of The Dispossessed”, Extrapolation, 52/2, s. 179.
[8] Konuyla ilgili bkz: Agm, s. 179-180.
[9] Ursula Le Guin, Mülksüzler, Metis Yayınları, İstanbul 2006, sy. 107.

Bunları Okudunuz Mu?

Yorum Bırak