Ömrümün bir döneminde, işsiz ve ne iş yapmak istediğini tam olarak bilmeyen yeni mezun bir genç iken, (Olgunlar’da Gençlerbirliği maçlarını izlemeye giderken, ya da izleyip dönerken) sık sık Yüksel Caddesi’ndeki Ardıç Kafe’ye gider, bir çay söyler, raftan Nazım Hikmet’in köşe yazılarının derlendiği kitaplardan birini alıp oturur, kafeyi dolduran insanların muhabbetlerini fon müziği kabul eder ve kitaptan rastgele bir yazı açıp okumaya başlardım.
Ardıç Kafe, üç odalı bir apartman dairesi aslında. Akşamları, müşteriler gittikçe azalırken, Erdinç Abi (o zamanlar ismini bilmiyordum) bu odalardan birini kapatır, müşterileri tek bir odada birleştirirdi. Sanıyorum, mesaisi biten çalışanlar ayrıldıkça, üç odaya birden hizmet etmek zor oluyordu. Benim Ardıç’a gelip Nazım’ın yazılarını okuma alışkanlığım öyle bir rutin hâline gelmişti ki, Erdinç Abi benim bulunduğum odayı kapatacağı zaman, yalnızca benim üstümdeki lambayı açık bırakır, önüme bir çay koyar, “Ben bu salonu kapatacağım, ama sen keyfini hiç bozma” der, beni Nazım’la baş başa bırakırdı (o zamanlar o da benim ismimi bilmiyordu).
Nazım Hikmet büyük şair, ona ne şüphe… Ama onun çeşitli gazetelerde, kendi ismini gizleyerek (bazen Orhan Selim imzasıyla, bazen Mümtaz Osman, bazen de Ercüment Er) yazdığı sudan yazıları okuyup bu kadar büyüleneceğim de aklıma gelmezdi. Kimi zaman bir futbol maçı, kimi zaman dönemin İstanbul’undaki su kesintileri, kimi zaman karısının güneşte havalandırdığı nevresimler hakkında yazdığı yazılar; ara sıra okur mektuplarından derlediklerini aktardığı pasajlar, bir tanışın söyledikleri üzerine düşündükleri ve daha niceleri…
Nazım’ın yazdığı sudan yazılar dedim diye kızmayın sakın. Bir yazısında kendisi öyle diyor. Bu okuma rutinim hep Ardıç’la özdeşleştiği için hiç bu kitapları alayım da evde okuyayım demedim. Birazdan bahsedeceğim yazıyı da oldukça zayıf olan hafızam dışında hiçbir yere kaydetmedim. Affınıza sığınarak, aklımda kaldığı kadarıyla aktarayım.
Efendim Nazım’dan rivayet olunur. Bir gün bir tanışıyla karşılaşmış, biraz hoşbeş ettikten sonra bu tanış başlamış muhatabı Nazım Hikmet’e şikâyet edip kızmaya: “Önceleri çok güzel yazıyordun. Şimdi işin kolayına kaçıyorsun, sudan yazılar yazıyorsun…” Nazım, yazısında bu tanışına hem hak veriyor hem de karşı çıkıyor. Sudan yazılar yazdığını kabul ediyor, ama sudan yazı yazmanın hiç de kolay olmadığını söylüyor.
Ben bu yazıyı okuyalı belki üç, belki dört sene oldu. Ama Nazım Hikmet’in ne kadar doğru bir noktaya parmak bastığını anlamak yeni nasip oldu bana. Uzun süredir, içimdeki üretme aşkı ve şevkini kanalize edecek doğru yolları arıyorum ve denemeler yapıyorum. Biraz blog yazısı, biraz podcast, belki ileride biraz video… Hangi araç ve hangi yolla olursa olsun, özünde anlatmak istediğim şey için ben bir metin yazıyorum. Ele aldığım konunun ne olduğu hiç önemli değil, o metni hazırlamak için araştırma yapıp notlar almaya başladığımda bir de fark ediyorum ki, benim sudan bir yazı olsun istediğim metin, başlıyor bir ansiklopedi maddesi gibi açılıp genişlemeye, akademik bir metin gibi karmaşıklaşıp zorlaşmaya. Sonunda basitleştirmek için elime neşter alıp da “neresini doğrasam bu metnin” diye düşünmeye başlayınca da tüm hevesim iştiyakım kaçıveriyor.
Nazım Hikmet büyük şair, ona ne şüphe… Ama kanaatimce Nazım Hikmet büyük de bir köşe yazarı. Öyle önemli meseleleri yazdığı, çözülmez problemleri çözdüğü için değil, kitaplar dolusu sudan yazı yazabildiği için…